Srebrenitsa Anısına: Gönderilmemiş Mektup...
Gözbebeğim;Yağmur yağıyor,güneş açıyor ve sonra tekrardan yağmur başlıyor. Pencereye damlalar vuruyor,ben yine seni hatırlıyorum. Birkaç ay öncesine gidiyorum,korkuyorum... Yıllar önce verdiğin mızıkayı cebimden çıkarıp çalıyorum bazen...
Bu dört duvara alıştım. Şayet vaktinden
önce özgürlüğüme kavuşursam,seni bulamamaktan korkuyorum. Sadece benimsediğim
seni... ''Esaret'in Bedeli''nde
kütüphane görevlisi yaşlı Brooks'un korkusu ya da. Sahi ben ne yapacağım?
Uzun bir geçmişi ardında bırakmış ben...
''Her şey zaman da'',diyordun. Zamanı
sadece bir yalan olarak görüyordum,avutulmak için bir söz,kendini kandırmaca.
Zamanı yenmek için yazı yazıyorum sana,güya alışıyorum... Ama hayır,birlikte
geçirdiğimiz zamanı iyi pişmemiş bir yemek gibi koyuyor önüme. Belleğim
şirazesinden çıkıyor. Trajedi... Bazı geceler aksediyor ama,çekilmez oluyor
öyle zamanlarda. Bir şey hatırlıyorum,tek bir hareketten oluşan alakasız bir
anı...
Beş yaşında bir çocuğa ölümü nasıl
hatırlatırım? ''Özgürlüğüne kavuşmuş insan'' sıfatı mı?
İçimi dökmek istiyorum,bir kerecik olsun
özgürlük...Bazı pişmanlıklarım var...Anlattım mı bilmiyorum,hızlı adımlarla
otobüs durağına gidiyordum bir akşam. Ankara yine soğuk,yine yağmurlu,tam
kavuşmuşken bilinmeyen bir sebepten ötürü yine ayrılan iki aşık gibi....
Durağa yaklaştım,stresliyim,uykusuzluk
sersemletmiş,dalgınım,işin özü mutsuzum. Sen yoktun bir kere hayatımda...
Yaklaşık 10 dakika sonra başka bir semtin
otobüsü geldi,gideceğim yerden geçmiyordu biraz yürümem gerekiyordu. Diğer
taşıtı bekleyemedim,kart bastım. Oturdum hemen cam tarafına. İki haftadır
süründürdüğüm romanı arıyorum çantamda. Karşı tarafa bakmıyorum pencereden
görüntüler akıyor. Karşımdaki çocuğun ayakları üzerimde,rahatsız ediyor dizime
çarpıyor. Klasik yaramaz çocuk hareketleri diyorum ama içten içe
sinirleniyorum. Sonra otobüs aniden fren yapıyor,çocuk ağlamaya başlıyor sessiz
sessiz. Annesi teselli ediyor. Kitaptan başımı kaldırıyorum,çocuğun gözleri
donuk...O an dünya başıma yıkıldı... Kör bir çocuğa dünyayı nasıl anlatırsın?
''İnsan bazı sahneleri unutamıyor'',diye
başladın bir gün. ''Benimde aklımdan çıkmayanlar var...Tam perde kapanacakken
omuzlarımdan tutup dudaklarıma yapışan bir erkek gibi...'' Sonra uzun bir cümle
daha kurdun o gün,dinleyemedim. Bir erkek ismi söyledin, ''seviyorum'',dedin.
Yanından yürüyüp geçtim,yıldız tozu gibi kar yağıyordu. Zorla yaşamaya çalışmak
bu olsa gerek... Akgün Akova'nın aşk üzerine söylenmiş en güzel sözü geldi
aklıma,alt yazı olarak geçti gitti...
'' Kendisini kırmayan çocuğa aşık olur
oyuncak;
ve değil mi ki aşk,
oyuncak sanıp yatağımızda sakladığımız
içi bencillik dolu bir silah...''
Zira erkek kardeşin bana mani
olmasaydı,senle konuşmama izin verseydi,onun yerine seni öldürebilirdim...
Fazla içmemeliydim. Hep ''-meli\ -malı'' değil mi hayat?
Ve her iki durumda özgürlüğümün
benliğimde öylece kalmasına mani olamıyor...
Doğum günümde onlarca mektup vermiştin
bana,sonra çikolata kağıtlarında yazan şiirler.
O mektupların birinde Boşnak iki aşığın hikayesini yazıp okumuştun bana:
Admira Müslüman, Bosko ise Hristiyan;
fakat her ikisi de Slavdır. Hikayeleri Saraybosna'da ki sivil savaş döneminde
başlar.Ölüm nedenleri çok gereksiz bir sebeptendir. Sırf etnik kökenleri farklı
olduğundan öldürülürler...
''Admira ve Bosko 25 yaşındaydı ve 7 yıldır
beraberlerdi. 1993 de savaşın en ağır döneminde evlenmeyi planlıyorlardı. Ama
onların planı savaş nedeniyle sekteye uğradı. Birbirlerine olan aşkları sınır
tanımıyordu. Çözümü mümkün olmayan tek neden etnik kökenleriydi. Saraybosna da
bu konuda şansları yoktu.Ya evlenmeyeceklerdi ya da memleketlerinden kaçıp
gideceklerdi. Müslüman ve Sırp yetkililer onların güvenli geçişini garanti
altına aldılar ve öldürmeyeceklerine dair söz verdiler. Ne var ki vaatler
yerine getirilmedi. Onlar Vrbanja Köprüsü'nden geçerken, Sırplar tarafından
ateş açıldı ve vuruldular. Bosko orada öldü, Admira ciddi bir şekilde
yaralanmasına rağmen Bosko'nun yanına sürünerek, can çekişerek gitti, elleriyle
onu kaldırmaya çalıştı ve sonunda o da Bosko'nun yanında öldü. Fakat huzurla...
Askerler 5 gün boyunca onları oradan kaldırmadı. Üniversite yıllarından beri
tam 7 yıldır birliktelerdi. Her ikisi de kimya öğrencisiydi. Bosko'nun ailesi
şehri terketmiş olmasına rağmen o her gün Sırplar tarafından bombalanan
Saraybosna da kalmayı tercih etti. Mayıs 1993'te Sarajevo'dan herhangi bir
güvenli bölgeye kaçmayı planlıyordu çift. Kaçmaya karar vermişlerdi ama
Saraybosna'dan kaçmak son derece tehlikeliydi. Vrbanje Köprüsü'nün bir ucunda
Boşnak kuvvetleri diğer ucunda Sırp milisler vardı.Birçok kimse buradan geçmeye
cesaret edemezdi çünkü her iki yakada da silahlı askerler vardı.Saraybosna
halkının sadece birkaçı bu tehlikeli köprüyü geçti. Admira ve Bosko'nun şehir
dışına kaçabilecekleri tek yer orasıydı....Fakat işler hayal ettikleri gibi
gerçekleşmedi...''
Bir başka haber kaynağı şunları dile
getiriyor. Bu serzeniş, savaşta ölen iki aşığın değil de, evlatlarının acısını
unutamayan ailelerin simgesi olmuş adeta."Bosna'nın merkezine kaçarken kanlı saldırı sonucu hayatını kaybeden Sarajevo'nun Romeo ve Juliet'i olarak bilinen Müslüman ve Sırp gençler, öldürüldükten yaklaşık 3 gün sonra yan yana gömülürler. 25 yaşındaki iki aşık, Mayıs 1993'te abluka sırasında kaçmaya kalkışırlar, fakat ne yazık ki başaramazlar ve vurulurlar. Bir kurşun ayarır onları. "
Aşkları, etnik ve dini sebeplerden dolayı
gerçekleşen bir ayrılığı sembolize eder. Admira'nın ailesi günlerce ağlar. Naaşları
Saraybosna'nın gri gökyüzü altında birçok kurbanın gömüldüğü yer olan Lion
Mezarlığı'na defnedilir. Admira'nın babası Zijah törensiz gömülen Bosko'nun , mezarından
çıkartılarak asil bir şekilde gömülmesini ister.Zijah'a göre,tören yapmak
önemli bir inançtır: ''Eğer bunu yapmadan ölseydim,rahat uyuyamazdım
mezarımda'',der,ve onların başka bir dünyada tekrar kavuşacaklarına inanır... Bosko'nun
ailesi ikinci cenaze törenine katılamaz, çünkü onlara ulaşamaz Admira'nın
babası. Annesi Radmila ise, Sarajevo'da Sırp askerlerle görüşerek, çiftin
cenaze törenine çok önceden gitmeye karar verir. Tek isteği, Admira ve
Bosko'nun mezarlarının yan yana olmasıdır. Zijah ve eşi,çiftin ölüm
yıldönümünde kalp biçiminde bir mezar taşı yapmayı planlar ve taşı kızlarının
odasında hazır bir şekilde bekletirler...Son olarak Zijah'nın dile getirdiği cümle
düşündürür her insanı:
'Onların ölümü bir mesajdı.' ''
Geceleri başımı yastığa koyunca
düşündüğüm şeylerden bir tanesi mektuplarda yazılan şeyler. İkimiz için ne
yapabileceğimi düşünüyorum. Bazen camdan dışarı bakıyorum, burdan çıkınca
nereye gideceğimi. Evet kimsesiz olan ben... Bir başkasının hayatını elinden
aldım, nice yaşayacağı anıları ve beni hiçbir zaman
affetmeyeceksin...Tanımadığım birisinin hayatını kurtararak ölmek istiyorum.
Beynimi dinlendiremiyorum düşünmekten...
Bir gün yanıma geldin, omzumda
ağladın...Hangi deterjan çıkarabilirdi akıttığın gözyaşlarını.
''Dayanamıyorum'' dedin hıçkırıklara
boğuldun. '' İki dünyada da dostumsun dediğim insanın bana attığı kazığı
unutamamak... Evlerinin önünden her geçişimde onu hatırlıyorum, tuhaflaşıyorum,
deli gibi özlüyorum...'' Sonra devam ettin: '' Bu sabah babamın küçük, hızlı
damlalarla ağladığını gördüm, her gün 30 sene boyunca sabahın altısında
kilometrelerce yol yürüyen, evlatları için her türlü fedakarlığı yapan babam...
bu gerçekle yüzleşmeye dayanamıyorum...Geceleri yatmadan önce aynaya bakarak
yüzümdeki mutlu maskeyi çıkarıyorum özümün bu olmadığını fark ediyorum...''
Bıraksaydım göz pınarların kuruyacaktı.
Seni sevmeseydim şayet, ağlarken gözümden akan yaşları silme ihtiyacı
duymazdım. Belki diyorum, belki bu hayatın kendisi... Ben okyanus görme
hayalime yaklaşırken senin bu denli ince düşündüğünü anlayamadım. Affet... Uzun
kurulan cümleleri dinleyemiyorum sırf bu yüzden. Hep birileri konuşuyor
kulağımın dibinde; sesin kulaklarımda çınlıyor, izin verilmiyor anlatılanlara.
''Bir gün hayat bizi yapayalnız bırakacak
sevgilim...Yaşlanacağız, belki beraber belki değil, tokurdayan kemiklerimiz bir
şeyler fısıldayacak bize, aynı tastan bilmem kaçıncı kez yemek yerken, ekmek
kırıntılarını parmak uçlarımızla alıp ağzımıza götüreceğiz. Horladığım için
odalarımızı ayıracağız...Hafta sonları ev ödevleriyle beraber torunlarımız
gelecek, biz en sevdiğimiz programı izlerken onlarda ödevlerini bir an önce
bitirip bize katılmak için can atacaklar. Evlatlarımız her yaz gelenek haline
getirdikleri mangal partilerini yaparken, biz salonda uyuyakalacağız etin
pişmesini beklerken. Sen odada ki parkelere bakıp her çizginin bir anı olduğunu
fark edeceksin, sistire çekmek isteyeceğim; fakat sen sırf bu yüzden mani
olacaksın bana...En ufak torun süt isteyecek benden; fakat süt bitmiş! Azıcık
su ekleyeceğim sütün üzerine,elimden ziyade yüreğim titreyerek uzatacağım
bardağı küçük ellerine...Kadın programlarında yine çocuk esirgeme yurtlarında
merhametsiz insanlar tarafından taciz edilen, türlü işkencelere maruz kalan ve
hiç şeker yiyemeyen anne sevgisine muhtaç
çocuklar gelecek ekrana; ben ağlarken, sen kanal değiştireceksin...
dolapları karıştırırken ilk içtiğimiz şarabın boş şişesini bulacağım, sana sesleneceğim
'' gel ne buldum?'' diyerek. Aheste revan geleceksin yanıma ve ikimizde oracığa
oturup eski olan ne varsa yad edeceğiz... Ne kadar genciz desek de ruhumuz
yaşlanacak bize belli etmeden... Ben bir gün öleceğini düşünüp burnumu çekerek
ağlarken yatağın bir ucunda, sen ise hastalığımız geçmediği düşüncesiyle
mutfaktan getirdiğin bir bardak suyla başımda dikilerek' 'Kalk bey hastalığın
bitmedi mi daha? İç şu ilacı' ,diyeceksin; ve ben beynim zonklayana kadar
ağlayacağım tekrardan... Sonra akşam üzeri bilinmeyen bir saatte ucu aniden
biten bir kalem gibi ruhlarımız çekilecek yavaş yavaş. Belki önce sen ya da
ben, ya da ikimiz birden kopacağız hayattan...
Her dinleyişimde seni hatırladığım şarkı
çalacak, başkaları sahiplenecek bu şarkıyı, bana söylediğin ilk ''seni
seviyorum'' u kumsalda yürüyen bir çiftin ağzından duyacak ruhun...Pazar
günleri oflamalarla geçecek ve pazartesi sendromu hep olacak başka hayatlarda
da. Sınavlara çalışan gençler kafeleri dolduracak ama yan masa da keyfine
düşkün birileri mutlaka olacak. Otobüsler kasislerde ani fren yapacak, köprülerde
gaza basacak ve savrulacak insanlar kendi yaşamlarında olduğu gibi. Bir erkek
aşık olduğu bayana tek taş pırlanta takarken, başka bir insanın özgürlüğü
alınacak elinden bu pırlanta için...'' ,diyorsun sevgilim, hiç susmuyorsun, nefes
almadan mesafeler yaratarak konuşuyorsun. Bana aşktan, ölümden, haksızlıktan, özgürlükten
dem vuruyorsun.
Bosna hakkında yazdığın yazılar geçti
elime geçen akşam. Ranzama uzandım, bir süre boş boş bakındım, nesneleri
tanıyamadım başka başka suretler gibi göründü... Burnumda bir sızı, anlayamadığım
gerçekleri...
''Bundan 17 yıl önce binlerce Müslümanın,
sırf Müslüman oldukları için öldürüldüğü, tecavüz edildiği, türlü işkencelere
tabi tutulduğu ülke Bosna Hersek...Sadece Zvornik kentinde tam beş bin kişi, kadın,
erkek, çoluk çocuk, yaralı ya da ölmek üzere olan binlerce insan... Lime lime
edilmiş kadınlar, karınları deşilmiş, bağırsakları dışarda erkekler, gözleri
yuvalarından uğramış, şok geçiren bebekler, defalarca tecavüze uğradıkları için
bacaklarının arasından kan sızan arkası parçalanan genç kızlar, dili
tutulanlar, aklını kaçıranlar...Yaralıların kan kokusu ve korkudan altına
yapmış, üstüne işemiş insanlardan yükselen idrar ve pislik kokusu...Ölüm
Müslüman Boşnaklara kurtuluş gibi geliyordu. Erkeklerin giysileri çıkarttırılıyor
ve birbirleriyle cinsel ilişkiye girmeye zorlanıyorlardı. Kabul etmezlerse
erkeklik organları kesiliyordu. Sırp militanlar dünyaya tecavüz için
gönderilmişlerdi. Yetmiş yaşındaki ihtiyar felçli ninelere kadar, herkes
alıyordu nasibini...Günümüzde hala bir millet olarak sayılmayan ülke. İşten
çıkan bir insan koşarak evine gider ailesiyle yemek yer sohbet eder; fakat
Boşnaklar da durum böyle değil. Onlar işten çıkar çıkmaz mezarlara
koşuyorlar...
Kararı devlet veriyor; fakat cefayı halk
çekiyor.''
Bosna da yaşamak, Boşnak olmak... Acı
çekmekle eş değer sanırım... Bu insanların, diğer haksızlığa uğrayan
milletlerden hiçbir farkı yok. Maddi manevi açıdan dibe vurmuşlar, üstelik
katliama sessiz kalan ülkeler... Değişen bir şey yok, asıl üzücü olan da bu.
1042 çocuk kayıp, 570 genç kız tecavüz edilip öldürülmüş, erkekler kurşuna
dizilmiş, korkup ağlayan küçük çocuklar kundaktaki bebekler annelerinin
kucağından alınıp nehre atılmış. Boşnaklar'ın dilleri lal...
Boşnak olmak böyle bir şey olsa gerek.
Özgürlüğü düşünüyorum. Neye göre? Kime göre?
Boşnaklar'ın 90'lı yıllarda ekmek
bulamaması, karınlarının sırtlarına yapışması ve sonradan elde edilen ekmek un
süt bir özgürlüğü ifade ediyorken biz nasıl oldu da bu kadar duyarsız kaldık
her şeye. Doyumsuzluk mu? Haddinden fazla özgürleşmek mi?
Belki de...
Mektubu bitiriyorum. Diğerlerinin başına
ne geldiyse, bu mektubun başına gelecekler de belli. Kitap ayracı olarak
kullanırım belki de...
Ve bir kitaptan satırlar: '' Yaz kızım; ben bir özgürlük savaşçısıyım...
Dolayısıyla suçluyum Hakim... Suçluyum, çünkü saf özgürlüğün peşindeyim Hakim.
Uzun zamandır özgürlüğün gerçek anlamını buldum, anladım ve iman ettim. Benim
özgürlük tanımım bambaşka. Uçsuz bucaksız bir özgürlükten bahsediyorum Hakim
... ''
Göz yaşları içerisinde okudum . Bosna ve filistin .. kardeşlerim .. ne yazık ki çok üzgünüm :( Leyla yı okuduğumda günlerce uyuyamadım yapılan bu zulme kayıtsız kalan milyonları düşündüm sonrasında İncir kuşları bu kadar acıya nasıl dayanıyor bu insanlar :( Allah bizi affetsin inş
YanıtlaSiljules